Birbirinden çok farklı müzik türlerinden besleniyor, ortaya çıkan çok rafine bir müzik...
Müzik yapmaya, beste yapmaya başladığım ilk zamanlarda, benim için önemli olan, yeni, değişik bir müzik yapmaktı. O güne kadar işittiklerimden, bilinenden farklı bir müzik yapmaktı. Çünkü önceden başka insanların yaptığı şeyleri tekrar etmek benim için çok da ilginç değil. Dolayısıyla bu benim başlangıçtaki çıkış noktamı, asıl hedefimi oluşturdu. Ama diğer taraftan da karışım sözcüğünden hoşlanmıyorum. Çünkü karışım var olan müzik formlarını alıp biraraya getirmek anlamına da geliyor. Yaratımda ise varolmayan bir şeyi buluyorsunuz, keşfediyorsunuz, biraraya getiriyorsunuz ve yeniden üretiyorsunuz. Bu yüzden benim müziğim için yaratım kelimesini kullanmak çok daha doğru geliyor bana. Dolayısıyla yaptığım müziği dinlediğimizde bir takım etkilerden söz edebiliriz. Bu da benim deneyimlerimden, birikimlerimden kaynaklanan etkilenmeler.
Enver İbrahim'im müziğini dinlerken onun ve birlikte çalıştığı müzisyenlerin ustalıklarının (tekniklerindeki ustalığın) yanısıra müziğin derinliği ile de ilgileniyor dinleyici. Bestelerindeki bu insanı alıp götüren derinlik, etki üzerine söyledikleri...
Arapça okunuşunun Fransızca yazılışıyla: Anouar Brahem | Aslında benim için yaptığım müziği anlatmak her zaman çok zordur çünkü zaten ben tamamıyla o müziğin içindeyim. O benim dışımda, ne yapmak istediğimi tek başına anlatabiliyor. Ama yine de kendimi biraz daha anlatabilmek için şundan bahsedebilirim. Müzikle ilk ilgilenmeye başladığım zamanlarda özellikle Klasik Arap müziği ile çok yakından ilgilendim. Bahsettiğim eski Arap müziği. Bir dönem özellikle bu müziği çok iyi icra eden bir müzisyen olma hedefi koydum kendime. Arada bu konuda kendimle de dalga geçerim, çünkü ben 12-13 yaşlarındayken artık büyükannemin bile dinlemediği bir müziği dinlemekten büyük zevk alıyordum. Aynı dönemlerde Türk müziğiyle de tanıştım. Özellikle sema ve peşrev formlarını dinlemeye başladım. |
İyi bir ud icracısı olmayı hedefliyordum. Yine aynı dönemde çalışmalarım sırasında beste yapmaya da başladım.
Az önce de söylediğim gibi kompozisyon benim için tümüyle bütünsel bir özgürlük anlamına geliyor. Her anlamda bütünsel bir özgürlük. Ve ben beste yapmaya başladığımda –ilginçtir- o güne kadar öğrenmiş olduğum müzik formlarından tümüyle uzaklaştım. Onları hiç işitmemişim gibi bir kenara bıraktım ve tamamen farklı bir şekilde beste yapmaya başladım. O dönemler aynı zamanda müziğin farklı ve çeşitli formlarını da dinlemeye başladığım zamanlara denk geliyor. Birbirinden çok farklı müzik formlarını dinlemeye, tanımaya başlamak benim için tam bir keşifti. Sonrasında yavaş yavaş Arap müziğine yakın olan tarzları, Balkan müziğini, Akdeniz müziğini, Türk müziğini ve flamenkoyu keşfetmeye başladım. Sonraki aşamada da caz geldi. Tüm bunlar benim müziğimi etkiledi.
Bu farklı türlerin birbiri içine geçtiği bestelerimin dinleyiciyi nasıl etkilediği konusuna gelince, ben bu etkiyi kendime ait bir müzik yapmama bağlıyorum. Ben aslında kendime ait bir müzik yapıyorum. Ve bunun da doğru olduğunu düşünüyorum. Önemli olan kendine ait, kendine has olan müziği yapmak. Ama bunun yanısıra hiçbir zaman sadece flamenko çalan ya da farklı bir tarzı icra eden biri olmak değildi amacım. Tüm bunlar benim için bir yolculuktu. Farklı tarzlar benim müzikal yolculuğumu oluşturdular.
Bu işitsel yolculuğa çıktığımda bu kadar farklı tarzların kendi içlerinde birbirlerine ne kadar bağlı olduklarını gördüm. Tüm müzik türleri öyle ya da böyle birbirleriyle bağlantı içindeler. Dolayısıyla bu yolculukta kendi müziğimi yaparken, sonuçta farklı tarzlar farklı müziksel alanlar olsa da, önemli olan şuydu: ben hiçbir zaman yeni bir müzik yaptığımı düşünmedim. Tam tersine var olan bir müziği kendi tarzımla devam ettirdiğimi düşündüm. Çünkü zaten bu müzikler arasında bir bağ vardı. Sonuçta bugün bu müzikleri alıp bir karışım yapmak da mümkün. Bunu Dj’ler yapıyorlar. Bir parça Yunan müziğini alıyorlar, diğer taraftan bir parça bir başka türü alıyorlar ve bir karışım yapıyorlar. Resimde ‘kolaj’ olarak adlandırıyoruz bunu. Müzikte de yapılıyor bu. Farklı formlar alınıyor birbiriyle yan yana, art arda kullanılıyor. Ama burada önemli olan bu varolan müzik formları içindeki o bağı yakalamak...
İbrahim’in müziğindeki bu yolculuğunun temel istasyonunun Arap müziği olduğunu görüyoruz. Çok iyi özümsediği geleneksel Tunus müziğini çağdaş formlarla birleştirirken ona aykırı bir form yaratmaktan kaçınmıyor ve özgürce yararlanıyor bu türlerden...
| En başında; ben ud çalmayı öğrenmeye başladığım dönemde çok önemli ustalarla çalıştım. Muhammed Abdul Vahab; El Kasabji gibi iki büyük ustayla çalıştım. Benim ustalarım onlardı. Fakat onlardan udun ustalıklarını, inceliklerini öğrenirken bir şey fark ettim: Onlar geçmişe ait bir müziğin ustalarıydı. Arap müziğinin geleceğinin ne olacağı, nasıl değişeceği konusunda onların bir çalışmaları ya da çabaları yoktu. Belki de onların bu şekilde geçmişin içinde yer almaları beni tam tersi noktaya itti ve ben geleceğin Arap müziği üzerine çalışmalar yapmaya başladım. Çağdaş Arap müziğinin ne olabileceğini düşünmeye başladım ve bu bana yılmaz bir çaba, araştırma isteği verdi. O dönemlerde ben modern dansla, plastik sanatlar ve tiyatroyla da ilgileniyordum. Bu alanlarda çalışırken gördüm ki, bu sanat alanları tamamen batı kültürünün etkisi altında. Ama benim geldiğim müzik kökeni tamamen kendi geleneksel formlarımızdaydı. Ben bu kökten, bu eğitimden gelerek bir batı kompozitörü olamazdım. Temellerim farklıydı çünkü. |
Buradan yola çıkarak, modern Arap müziğinin nasıl olabileceğini düşünmeye başladım. Sonuçta Arap müziğine baktığımızda kendi geleneksel yapısı içine kapanmış, geçmişin içine hapsolup kalmış bir müzik. Onu yaratımla birlikte daha farklı bir alana taşımak gerekiyordu. Benim bu konuda düşündüğüm ve kendi kendimi ikna ettiğim nokta bu oldu. Arap müziği gerçekten çok çok zengin bir müzik tarzı ve onu kendi formları, kendi geçmişi içinde bırakırsak tamamen bir müze görüntüsü çıkacaktı ortaya. Buradan hareketle bu müziği daha farklı bir zemine taşımaya çalıştım...
Enver İbrahim udu kimi zaman klasik gitar, kimi zaman sitar, kimi zaman da flamenko gitarı gibi kullanıyor. Bu yolculukta ‘ud’uyla kurduğu ilişkiyi şöyle anlatıyor...
Daha öncesinde ud çok küçük ve sınırlı bir enstrümandı. Ama Arap orkestralarının gelişmesiyle birlikte -ki bu orkestralara kemanlar, başka enstrümanlar da girdi- ud da kendi gelişimini bu açıdan ilerletti ve gelişmiş bir müzik aleti oldu. Ben bu noktada aslında kendimi ateşe attım diyebiliriz. Solo ud konserleri vermeye başladım. Ud bu dönemde neredeyse kaybolmakta olan bir enstrümandı. Şimdi genç müzisyenler farklı enstrümanlar çalsalar bile, udu da kullanmaya devam ediyorlar. Zaten udun kendi var edebilmesinin tek yolu, ud için yazılmış bestelerle ve udun modern müzikte kendine özgü yerini almasıyla olacaktır, başka yolu yok.
1981 – 1987 yılları arasında Tunus, Türk ve Fransız müzisyenlerin biraraya geldiği Liqua 85 projesiyle birlikte büyük başarı kazandı. Bu dönemde kalabalık müzisyenlerden oluşan topluluklarla çalışmalarını sürdürdü. Ardından 90’lı yıllardan itibaren daha az sayıda müzisyenle biraraya geldi. Bu değişimin nedeni...
Evet, önceleri çok daha kalabalık gruplarla çalışıyordum. Bu bir taraftan çok istediğim bir çalışma formuydu, ama diğer taraftan beni kısıtlıyordu. Çünkü udun kendine ait bir sesi var ve diyelim ki bir baterinin ya da farklı enstrümanların olduğu bir grupta çaldığınız zaman, udun sesini duyurmak için ister istemez mikrofon kullanmak zorunda kalıyorsunuz. Devreye mikrofon girdiği zaman da udun kendine ait o doğal sesi değişiyor. Şimdi genellikle üçlü ya da dörtlü gruplarla çalışıyorum. Bu bir karar değildi, kendiliğinden gelişti, ama artık çalışmalarımı küçük gruplarla sürdürüyorum.
Az sayıda müzisyenden oluşan bu gruplarda, kendi dallarında usta müzisyenler arasında yakalanan uyum üzerine şunları söylüyor...
Müziği yazmaya başlamadan önce ben hiçbir zaman, hangi müzisyenler ya da hangi enstrümanlar olacağı konusunda bir karara varmam. Küçük küçük çalışmaya başlarım. Bir çeşit eskiz ya da tema çalışmalarıdır bunlar. Zamanla kendi içinde gelişir bu çalışmalar. Örneğin son çalışmalarımdan birinde, piyano için bir beste yaptım. Ardından piyanonun sesiyle ud nasıl biraraya gelir bunu düşünmeye başladım. Yani ben önce enstrümanları tek tek ayrı ayrı değerlendiririm ve onların biraraya geldiğinde nasıl bir uyum yakalayabilecekleri üzerine düşünürüm. Bunun çok daha gerçekçi ve doğal olduğuna inanıyorum. Aslında bir taraftan da çok zor bir adım. Bu yüzden genelde aynı zamanda çok fazla proje üzerine çalışmıyorum zaten. Seyrek, uzun aralarla böyle projeler yapıyorum. Çünkü benim bir müzisyeni tanımam, onla çalışmam ve o yazım sürecini gerçekleştirmem bir ya da iki yılımı alır. O müzisyeni tanımadan da ‘oturup onun için bir şeyler yazayım’ diyemem. Bu yüzden oldukça uzundur projelerin arası.
Örneğin gençlik dönemlerimde tam tersini yapıyordum. O zamanlar benim için önemli olan biraraya gelmek, buluşmaktı. Müzik arkasından geliyordu. Zaman içinde olgunlaşan bir düşünceyle, önce müzik, müziği hissetmek ardından biraraya gelip o müziği icra etmek daha öncelikli hale geldi. Belki de benim müziğimde hissettiğiniz o uyum; bu noktadan ileri geliyor. Bir taraftan çok zor ve uzun bir süreç ama kendi içinde olgunlaşan bir süreç. Dolayısıyla uyumu da beraberinde getiriyor.
‘Conte de L’incroyable Amour’ üzerine söyledikleri...
Bu albüm çok değişik bir albüm oldu. Ben kendi yaptığım albümleri çok fazla dinlemem. Ama bu son çalışmada* Barbaros Erköse’nin solosunu çok sevdim. Bu yüzden bu albümü sık sık dinliyorum çünkü benim yaptığım bir şey değil, Erköse’nin ustalığı. Bir de bu albümü hazırlarken moral olarak da pek iyi dönemde değildim belki, onu o kadar güzel ve ayrı kılan da bu dönemin etkisi olmuştur...
* Anouar Brahem : ud, Barbaros Erköse : klarinet, Kudsi Erguner: ney, Lassad Hosni: bendir, darbuka